Merhaba!

İlk yazımın yarınlara dair umut dolu,  güzele ve güzelliklere dair olamasını ne çok isterdim!

Ben ki; hayata dair en moralsiz anlarda bile umudu kovalayan biriyimdir! Uzunca bir zamandır Anadolu kazan, ben kepçe... Kimi zaman Kahramanmaraş’ın bir köyünde kimi zaman İstanbul’un bilinmeyen köylerinde hep umudu kovaladım!

Hayatım boyunca ne sempati duyabildiğim ne de empati kurabildiğim insanlar, ‘sorumsuz insanlar’ olmuştur. İşine, eşine, anasına, babasına, çocuğuna, kardeşine, dostuna, arkadaşına, beslediği kediye, yetiştirdiği çiçeğe; özetle yaşama karşı sorumluluk almayan, yaşamı kendi keyfine göre yaşayan, bu hâliyle de üstlenmesi gereken tüm sorumluluklarının gereğini çevresindeki diğer insanlara yükleyen “bencil insan” profilleridir.

Çocuk yaşımdan itibaren üzerime vazife olan olmayan, görüp görmediğim, gücümün ve aklımın yetip yetmediği her şeye karşı kendimi sorumlu hissetmem de ‘çok normal’ değil elbette. Ya da şöyle söyleyeyim, fazlaca yorucu ve yıpratıcı; çünkü sorumluluk hâli daha çok düşünmeyi, daha çok çalışmayı, daha çok empati kurmayı gerektirir. Çünkü bir şekilde kendinizi etrafınızdaki sorumsuz insanların yapması gerekenleri yaparken buluverirsiniz çoğu zaman; üstelik sorumluluk sahibi olmanın ne yaşla ne cinsiyetle ne de güç kuvvetle ilgisi yoktur. O hâl gönülden ve doğuştan gelen bir hâldir. Yeni sezon hazırlığı içerisinde koşuşturmayla geçen günlerde, sabahın 3’ünde evime döndüğüm; fakat ertesi gün iş görüşmemin olduğu bir günde, birkaç saatlik uykunun ardından uyandım. Beni bekleyen yoğun güne kahvaltı ederek başlamak üzere oturduğum börekçinin camına vuruyordu o güzelim yüzü... Elinde yüzü ve ışıl ışıl bakan gözleri kadar olmasa da güzel olan nazar boncuklu anahtarlıkları satıyordu. Bir kış günüydü ve soğuktu, çok soğuktu... Dışarısı camın bu yanında, ben öte yanında. Esma, evet onun adı Esma’ydı ve daha 6 yaşındaydı. Beş kardeşin ortancasıymış Esma; göz göze gelince davet ettim onu içeriye. Sandalyesini çektim, elindekileri yana indirdim ve “Benimle kahvaltı eder misin” diye sorduğumda, burnunu çekiştirip ‘Olur’ dedikten sonra boyunu aşan sandalyeye sıçrayarak oturmaya çalıştı. Çaylarımız ve böreklerimiz gelene kadar ısınan bedeni ve yüzü güzel bir kardelene dönüştü Esma’nın. Muhabbete başladık. Karşımda kurduğu cümleler, hâl ve tavırlarıyla kocaman biri oturuyor gibiydi.

Adana’dan göç etmişler, hâlâ yaz aylarında birkaç ay oralara gidip tarlalarda çalışıyor; fakat yılın büyük bir bölümünü İstanbul’da geçiriyorlarmış ve  çadırda kalıyorlarmış. İki küçük kardeşi, iki büyüğüyle beş kardeş ve anne babayla tek göz bir çadırmış evleri... Kardeşleri küçük olduğundan ve hasta olduğundan çalışamıyormuş annesi, iki büyüğü yaşları 8 ile 10 olan abla ve abisiyle mendil, anahtarlık satıyorlarmış. Babaları da karton ve plastik topluyormuş; böylelikle geçinmeye çalışıyorlarmış. “İki yorganımız var. Annem, ben ve kardeşlerimin üzerine örtüyor” diye anlatıyor gönlünden geçenleri... “Peki, ne olsa güzel olur, mutlu olursun” diye sorduğumda, büyük cümlelerle, ‘Valla abla’ diyor ve devam ediyor: “Bir tane daha yorganımız olsa, annemle babam için iyi olur. Onlar da ısınır.” Böyle söylüyor ve ekliyor: “Zaten çadır, arada su alıyor, oralara yama yapıyoruz poşetlerle.” Ardından “Biraz daha paramız olsa babama bir sepetli motor alabilsek çok rahatlarız” diye devam ediyor. Günde kaç kağıt mendil ve anahtarlık satarlarsa, sepetli motoru alabilecek parayı biriktireceklerini bile hesaplamış çocuk aklıyla. O anlatmaya devam ettikçe henüz iki gün önce haberlerde izlediğim 30’lu yaşlarını çoktan aşmış, hiçbir fiziksel ve zihinsel engeli olmadığı hâlde çalışmayıp annesinden para isteyen, para alamaması üzerine annesini dövüp hastanelik eden çocuğundan dert yanarken; “Hayırsız, sorumsuz çıktı bu çocuk” diye naif cümlelerle yine de evladına kıyamayan o sorumlu annenin haberi geldi aklıma ve gözümde büyüdükçe büyüdü Esma’nın o minik bedeni.

Ben burada umudu kovalamaya, yakalayabildiklerimi sizinle paylaşıp çoğaltmaya çalışacağım.

- - - -